Cübbemin cebinden o mektubu çıkardım ve havaya kaldırdım. "Senin fedakarlığın işte buna dönüştü anne! Önümüzdeki dönem, ülkenin en iyi teknik üniversitesine, tam burslu olarak gidiyorum!"
Bir saniyelik ölüm sessizliğinin ardından salon patladı. Önce Murat Hoca, sonra diğer öğretmenler, sonra öğrenciler... Herkes ayağa kalktı. Annem olduğu yerde zıplıyor, "Oğlum! Benim oğlum!" diye bağırıyordu.
Ortalık biraz yatışınca son sözümü söyledim: "Bunu hava atmak için anlatmadım. Aranızda benim gibi olanlar var biliyorum. Annesi babası temizlikçi, işçi, kapıcı olanlar... Utanıyorsunuz. Utanmayın. Sizin arkanızı toplayan o ellere saygı duyun. Çünkü o nasırlı eller, sizi göklere taşıyacak kanatlardır." Mikrofondan çekilirken fısıldadım: "Bu senin içindi anne. Teşekkür ederim."
Törenden sonra otoparkta annem boynuma atladı. Şapkam yere düştü. "Bütün bunları içine mi attın?" dedi ağlayarak. "Neden bana söylemedin?" "Seni korumak istedim," dedim. Yüzümü avuçlarının arasına aldı. "Sen beni korumaya çalıştın ama ben senin annenim. Bir dahaki sefere bırak ben seni koruyayım, tamam mı?" Gözyaşları içinde güldüm. "Tamam, anlaştık."
O gece mutfak masamızda diplomam ve kabul mektubum duruyordu. Hala kapının asılı o üniformadan hafif bir çamaşır suyu kokusu geliyordu. Ama ilk defa kendimi o kokuyla barışık hissettim. Ben hala "Çöpçü Kadının Oğlu"yum. Ve hep öyle kalacağım. Ama artık bu bir hakaret değil, göğsümde taşıdığım bir şeref madalyası.
Üniversite kampüsüne ilk adımımı attığımda, beni oraya kimin getirdiğini asla unutmayacağım. Kendi hayallerini süpürüp, benim hayallerimin yolunu açan o kadını asla unutmayacağım.