Sınıf arkadaşlarım

Sınıf arkadaşlarım, sırf annem çöpçü diye benimle hep dalga geçti... Ama mezuniyet günü tek bir cümle ettim... ve bir anda salon buz kesti, herkes gözyaşlarına boğuldu.

Benim adım Kerem (18). Kendimi bildim bileli hayatım mazot, çamaşır suyu ve plastik poşetlerde çürüyen yemek artıklarının o genzi yakan kokusuyla geçti.

Annem, bir zamanlar "geleceğin hemşiresi"ydi. Sabahın 4'ünde çöp konteynerlerini boşaltmak gibi bir hayali yoktu elbette. Hemşirelik okuyordu, evliydi, küçük ama sıcak bir yuvamız vardı. Babam inşaat işçisiydi.

Ama bir gün, şantiyede kopan bir halat her şeyi bitirdi. Ambulans daha olay yerine varamadan babamı kaybettik.

O günden sonra hayatımız hastane faturaları, cenaze masrafları ve biriken borçlarla bir savaşa dönüştü. Annem bir gecede "geleceğin hemşiresi"nden, "diplomasız, dul ve çocuklu bir kadına" dönüştü.

Çare yoktu. Üzerine o fosforlu yeleği giydi, bir çöp kamyonunun arkasına atladı ve "Çöpçü Kadın" oldu. Belediyenin temizlik işleri, diplomadaki boşluklara bakmıyordu; güneş doğmadan iş başı yapacak ve hiç aksatmayacak birini arıyorlardı sadece.

Onun bu fedakarlığı, okulda bana yeni bir isim takılmasına neden oldu: "Çöpçü Kadının Oğlu". Bu etiket üzerime yapıştı kaldı.

İlkokulda sıraya oturduğumda çocuklar yüzlerini buruşturur, "Çöp kamyonu gibi kokuyorsun" derlerdi. Ortaokula geldiğimde, koridorda yanımdan geçerken "Dikkat edin, ısırır, mikrop bulaşır" diyerek gülüşürler, yavaşça burunlarını tıkarlardı. Grup ödevlerinde en sona kalan, kimsenin istemediği o "yedek parça" hep bendim.

Okul benim için bir cehennemdi ama evde bambaşka bir dünyam vardı. Okulda kaçacak delik arardım. Tenha merdiven altlarını, eski konferans salonunun tozlu köşelerini ezberlemiştim. Orası sessizdi. Güvenliydi. Tek başıma yemeğimi yerdim.

Akşam eve geldiğimde ise annem, soğuktan çatlamış, şişmiş ellerinden o lastik eldivenleri çıkarırken hep aynı şefkatle sorardı: "Okul nasıldı canım oğlum?"

Ayakkabılarımı çıkarır, mutfak tezgahına yaslanırdım. Yalan söylemek zorundaydım. "Çok iyiydi anne," derdim. "Proje ödevim için arkadaşlarla çalıştık. Öğretmenim çok başarılı olduğumu söyledi."

Yüzü bir anda aydınlanırdı. "Elbette başarılısın. Sen dünyanın en zeki çocuğusun."

Ona, okulda bazı günler tek kelime bile konuşmadığımı, kimsenin yüzüme bakmadığını anlatamazdım. O zaten babamın yokluğunun, dağ gibi borçların ve çift vardiyaların yükü altındaydı. Bir de "Oğlum çok mutsuz" derdini omuzlarına yükleyemezdim.

Bu yüzden kendime bir söz verdim: Eğer o benim için bedenini ve hayallerini feda ediyorsa, ben de bunun karşılığını fazlasıyla verecektim.

Eğitim, benim bu hayattan kaçış biletim oldu. Kütüphane kapanana kadar orada sabahladım. Özel derslere, pahalı kurslara paramız yoktu. Elimde sadece bir kütüphane kartı, annemin geri dönüşümden topladığı teneke kutuların parasıyla aldığı ikinci el bir bilgisayar ve bolca inat vardı.

Annem geceleri mutfak zeminine döktüğü hurdaları ayıklarken, ben masada oturup fizik, matematik çözerdim. Bazen başını kaldırıp bana bakardı. "Hepsini anlıyor musun?" "Çoğunu," derdim. Gülümserdi. "Sen benden çok daha iyi yerlere geleceksin."

Lise yılları daha acımasızdı. Artık arkamdan bağırmıyorlardı ama sessiz şiddet daha kötüydü. Yanıma oturduklarında sandalyelerini iğrenmiş gibi bir karış öteye çekerlerdi. Telefonlarında çöp kamyonu fotoğrafları paylaşıp bana bakarak kıkırdarlardı.

Rehber öğretmene şikayet edebilirdim ama o zaman evi ararlardı. Annem öğrenirdi. Üzülürdü. Ben de sustum ve sadece derslerime sarıldım.

İşte Murat Hoca hayatıma o zaman girdi. 11. sınıf matematik öğretmenimdi. Saçı başı dağınık, kravatı hep gevşek, elinden karton bardaktaki çayı hiç düşmeyen biriydi.

Bir gün, üniversite sınavlarına yönelik çözdüğüm ekstra soruları gördü. "Bunlar ders kitabında yok," dedi. Kopya çekerken yakalanmış gibi irkildim. "Şey, evet... Ben sadece sayıları seviyorum." Yanındaki sandalyeyi çekip oturdu. Benimle bir öğretmen gibi değil, bir abi gibi konuştu. "Sayılar dürüsttür Kerem. Rakamlar, annenin kimin için çalıştığını veya nerede yaşadığını umursamaz."

Bana baktı ve "Mühendislik düşündün mü hiç?" dedi. Acı bir şekilde güldüm. "Hocam o okullar zengin çocukları için. Bizim harç parasını ödeyecek gücümüz bile yok." "Burslar var Kerem," dedi ciddiyetle. "Maddi destekler var. Senin gibi zeki ama imkanı olmayan çocuklar için kapılar var. Sen onlardan birisin."

O günden sonra Murat Hoca benim gizli antrenörüm oldu. Bana eski sınav sorularını buldu, öğle aralarında sınıfında çalışmama izin verdi. Bana ülkenin en iyi üniversitelerinin, sadece televizyonda adını duyduğum o prestijli okulların sitelerini gösterdi. "Burası için başvuracağız," dedi bir gün, önüme ülkenin en iyi teknik üniversitesinin broşürünü koyarak. "Benim adresimi, posta kodumu gördüklerinde elerler hocam," dedim. İçini çekti. "Kerem, senin posta kodun hapishane numaran değil."

Son sınıfa geldiğimde okul birincisiydim. Arkamdan "İnek," dediler. "Hayatı yok bunun," dediler. "Acındırıyor kendini, hocalar o yüzden not veriyor," dediler. Umursamadım. Çünkü o sırada annem son kalan hastane borcunu kapatmak için yine çift vardiya çalışıyordu.

Başvuru mektubunu yazarken Murat Hoca ilk taslağımı çöpe attı. "Matematiği seviyorum" falan yazmıştım. "Bu herkesin yazacağı şey. Sen kimsin Kerem? Gerçeği yaz." Ben de gerçeği yazdım. Sabah 4'te çalan alarmları, turuncu yelekleri, kapının yanında duran babamın boş botlarını yazdım. Annemin bir zamanlar ilaç dozlarını hesaplarken şimdi nasıl tıbbi atık taşıdığını yazdım.g'rsele ilerlyn devamı sonrki syfada..
Reklamlar