Bir hayır gecesinde,

Sunucu, ortamı yumuşatmak ister gibi araya girdi:
“Efendim, açık artırma prosedürümüz…”

Adam gözünü kırpmadan devam etti:
“Prosedür mü? Peki ya insanlık?”

Ve sonra, hiç beklemediğim bir şey yaptı. Cebinden bir kart çıkardı ve salon görevlisine uzattı. Görevli kartı aldı, bir saniye baktı ve yüzü aniden gerildi. Hemen sunucuya doğru eğildi, kulağına bir şey fısıldadı.

Sunucunun yüzü bir anda bembeyaz oldu.

Kalabalık bunu fark edince uğultu arttı. Ben masamda, sanki nefes almayı unutmuş gibi oturuyordum. Kocam ise mikrofonu yavaşça indirip adamla göz göze geldi. Parmakları titriyordu.

Sunucu boğazını temizledi.
“Sayın konuklar… küçük bir düzeltme…” dedi.

Sonra yutkundu ve o cümleyi söyledi:
“Aramızda şirketimizin yönetim kurulundan… Sayın Kerem Arslan bulunuyor.”

Salon bir anda “Oha” diye ikiye bölündü. Bazıları fısıldadı: “Kerem Arslan mı?!” Bazıları telefonuna eğildi, sanki doğrulamak ister gibi. Kocamın çalıştığı şirketin adını söylemeye gerek yoktu; herkes zaten bu gecenin o şirketin gecesi olduğunu biliyordu.

Ama asıl bomba henüz patlamamıştı.

Kerem Arslan, yani o yabancı, gözlerini sahneden ayırmadan konuştu:
“Bu açık artırmayı her yıl ‘yardım’ diye yapıyoruz. Ama burada yardım edilen kim? Egolar mı, imajlar mı?”

Kocam ağzını açtı, kapadı. Bir şey söylemek istedi ama sesi çıkmadı.

Kerem, elini hafifçe kaldırdı ve salonun dikkatini tamamen kendine çekti:
“Teklifim geçerli. Bir milyon.”
Sonra ekledi:
“Ama bu teklifin şartı var.”

Sunucu, “şart mı?” der gibi baktı.

Kerem’in sesi netleşti:
“Bu ‘lot’ iptal edilecek. Hanımefendiden özür dilenecek. Ve bu gece buradan bir ‘eğlence’ çıkaran herkes… kendine bir ayna tutacak.”

Kalabalık sus pus oldu. Benim boğazım düğümlendi. İçimde yıllardır biriken o utanç, o bastırılmış öfke, o “benim sesim yok” hissi… bir anda yer değiştirdi. İlk kez birisi, beni bir eşya gibi sergileyen bu düzenin karşısında duruyordu.

Kocam nihayet konuşabildi:
“Bu… bu saçmalık! Bu benim şakam, benim—”

Kerem bir adım daha attı.
“Senin şakan değil.” dedi. “Onun hayatı.”

Sonra, herkesin ortasında, bana baktı. İlk defa göz göze geldik. Bakışı ne acıyan bir bakıştı ne de bir kurtarıcı edası… Daha çok “sen karar ver” diyen bir bakıştı.

“Hanımefendi,” dedi, “burada kalmak zorunda değilsiniz.”

Sanki bir perde açıldı. Evet… Ben burada kalmak zorunda değildim.

Ama kocamın yanında olduğum yıllarda, her şey “zorundaymışım” gibi öğretilmişti. Onun çevresi, onun işi, onun şakaları, onun arkadaşları… Ben hep “idare et” denilen taraftaydım.

Şimdi ise salon, benim cevabımı bekliyordu.

Elllerim titreyerek kadehi masaya bıraktım. Sandalyemi yavaşça geriye ittirdim. Ayağa kalkınca dizlerim bir an boşaldı ama düşmedim. Başımı kaldırdım, yüzlerce göz bana bakıyordu. Az önce dalga geçen gözler, şimdi sanki yargıç gibiydi.

Kocam sahneden bana doğru eğildi:
“Ne yapıyorsun sen? Otur yerine, rezil etme beni.”

O “beni” dedi. Yine “beni”. Hep “beni”.

Ben derin bir nefes aldım. Sesimin çıkacağından bile emin değildim ama konuştum:
Reklamlar