Beni marketin arka tarafındaki küçük ofise davet ettiler. Çocukları anneme bıraktım. Merdivenlerden inerken, o günü yeniden yaşadım. Adamın duvara yaslanışı. Titreyen sesi. Ceketi uzatırken gözlerime bakmayışı.
Ofiste iki kişi vardı. Biri market müdürü, diğeri güvenlikten sorumlu olduğunu söyleyen genç bir adam. Kibar ama mesafeliydiler. Bana çay ikram ettiler. Kabul ettim ama dokunmadım.
“Geçen hafta market girişinde yaşanan bir durumla ilgili size ulaşmak istedik,” dedi müdür. “Yanlış anlaşılmasın, herhangi bir suçlama söz konusu değil.”
Bunu özellikle vurgulaması beni daha da gerdi.
Güvenlik görevlisi bilgisayarı bana doğru çevirdi. Kamera görüntüsü açıldı. Kendimi dışarıdan görmek tuhaf bir histi. Aynı mont, aynı poşetler. Sonra duruyorum. Adamla konuşuyorum. Yukarı çıkıyorum. Geri dönüyorum.
Ceketi veriyorum.
Görüntüyü durdurdu.
“Bu ceketi tanıyor musunuz?” diye sordu.
Başımı salladım. “Eşimin ceketi.”
Bir an duraksadı. “Anlıyorum. Size şunu sormamız gerekiyor… O adamı daha önce tanıyor muydunuz?”
“Hayır.”
“Size herhangi bir tehditte bulundu mu? Ya da sizi takip etti mi?”
“Hayır,” dedim net bir şekilde. “Sadece üşüyordu.”
Müdür derin bir nefes aldı. “O adam, o geceden sonra hastaneye kaldırıldı.”
Kalbim hızlandı. “İyi mi?”
“Hipotermi başlangıcıyla gelmiş. Ama zamanında müdahale edilmiş. Doktorlar, üzerinde kalın bir mont olmasının büyük fark yarattığını söylediler.”
Bir an nefes alamadım. Ceket. Eşimin ceketi.
Devam etti: “Ancak birkaç gün sonra, üzerinde sahte kimlikle yakalandı. Uzun süredir aranan biri çıktı.”
O an midem kasıldı.
“Şiddet suçu mu?” diye sordum istemeden.
“Hayır,” dedi hızlıca. “Dolandırıcılık. Yıllar önce işlediği, kimseye zarar vermediği bir suç. Ama kayıplara karışmış.”
Sessizlik çöktü.
“Peki ben neden buradayım?” dedim sonunda.
Güvenlik görevlisi bana baktı. “Çünkü o adam, ifadesinde sizin adınızı verdi.”
Kalbim yeniden hızlandı. “Benim adımı nereden biliyor?”
“Bilmiyordu,” dedi müdür. “Ama sizi ‘üst katta yaşayan kadın’ diye tarif etti. Ve şunu söyledi…”
Durdu. Bilerek mi, farkında olmadan mı bilmiyorum ama o kısa duraklama beni mahvetti.
“Hayatımı kurtardı,” dedi sonunda.
Gözlerim doldu. Boğazım düğümlendi. Bir şey söylemek istedim ama kelimeler gelmedi.
“Ceketi hâlâ hastanede,” dedi müdür. “Üzerinde sizin eşinizin ismi yazılı küçük bir etiket varmış. Onu görünce sizinle iletişime geçmemiz gerektiğini düşündük.”
O gün ofisten çıktığımda hava soğuktu ama o ilk günkü gibi keskin değildi. Marketin önünden geçerken refleksle tuğla duvara baktım. Boştu.
Ceket artık bende değildi. Ama garip bir şekilde, eksik de hissetmiyordum.
Akşam çocuklara çorba koyarken, oğlum “Anne, bugün çok yorgun görünüyorsun” dedi.
Gülümsedim. “Biraz duygusal bir gündü,” dedim.
O gece eşimin fotoğrafına baktım. “Doğru olan buydu,” dedim sessizce. İlk kez gerçekten inanarak.
Bir hafta sonra hastaneden bir mektup geldi. Kısa bir nottu. El yazısıyla yazılmıştı.
“Ceketi geri vermek isterim. Ama daha önemlisi, teşekkür ederim. Beni insan yerine koyduğunuz için.”
Ceketi geri aldım. Askıya astım.
Ama artık ona baktığımda sadece kaybı değil, bir hayatın devam ettiğini de görüyordum.
Ve bazen, bir insanın yaptığı küçücük bir şey, sandığından çok daha büyük bir yankı bırakıyordu.