Mezarlığın kalabalığı arasında, siyah paltosuyla 9 yaşındaki Ethan yalnızca küçük bir nokta gibiydi. Açık kahverengi saçları rüzgarda dağılmış, teyzesinin eli tarafından sıkıca tutulan küçük eli, kabanın kenarını öyle sıkıyordu ki eklemleri bembeyaz olmuştu. Yüzü soğuktan bembeyaz, göz kenarları ağlamış gibi kızarmıştı ama bakışları bulanıklaşmıyor, aksine olağanüstü bir dikkatle ıslak toprağa kilitleniyordu.
Önünde duran hafif ahşap tabut, beyaz çiçeklerle kaplıydı. Rüzgar estiğinde taç yapraklar titriyor, bazıları kopup mezarın içine düşüyordu. Kasaba halkı, Ethan’ın annesi Maria’nın üç gün önce ani bir hastalıktan öldüğünü söylüyordu. Ancak Ethan, başını eğmiyor, hafifçe yana yatırıp kulak kabartıyordu; sanki rüzgardan ayırt edilmesi zor ama farklı, zayıf ve kırılgan bir ses duyuyordu.
Rahip dualarını okurken Ethan nefesini tuttu, tabutun kapağından gelen hafif tıklamalar duyduğunu sandı. Tabutun kenarına çekiçle vurulduğunda, boş bir yankı duyuldu ama Ethan, içeriden aceleci bir şekilde vurma sesi işittiğine emindi. Panik içinde elini teyzesinden kurtarıp mezarın kenarına koştu. “Annem orada, içinde!” diye bağırdı titreyen sesiyle.