Annem, yedi yaşındaki Can’a bakarken sanki bir uzaylı görmüş gibiydi. Can, çocuksu bir merakla yaklaştı. "Siz babamın arkadaşı mısınız?" diye sordu.
Annemin dudakları titredi. "Ben..." diyebildi sadece. "Ben babanın annesiyim."
Can’ın gözleri parladı. "Aa! Babaannem misin yani? Babam senin çok uzakta, çok büyük bir şatoda yaşadığını söylemişti!"
Annem bana döndü, bakışlarında ilk kez bir savunmasızlık kırıntısı gördüm. Ben ona şato dememiştim, sadece "erişilemez bir yer" demiştim ama Can kendi dünyasında onu öyle hayal etmişti.
"Şato mu?" dedi annem, sesi kısılarak. "Öyle mi anlattın?"
"Öyle gördüğün için öyle anlattım anne," dedim. "Senin dünyanda sevgi bir ödül, varlık ise bir silahtı. Ben sadece o silahtan kaçtım."
O akşam, annem gitmek için ayağa kalkmadı. Belki de hayatında ilk kez, planlanmamış bir şey yaptı ve bizimle akşam yemeğine kalmayı kabul etti. Leyla eve geldiğinde, mutfakta annemi o basit tahta sandalyede otururken görünce kısa bir şok yaşadı. Ama Leyla’nın yüreği, annemin kibri kadar büyüktü. Hiçbir şey olmamış gibi, en güzel gülümsemesiyle "Hoş geldiniz," dedi ve sofrayı kurmaya başladı.
Sofra, annemin alıştığı o gümüş takımların, porselen tabakların olduğu sofralardan değildi. Patates yemeği, taze ekmek ve bolca kahkaha vardı. Annem yemek boyunca neredeyse hiç konuşmadı. Sadece Can’ın durmaksızın anlattığı okul hikayelerini, Leyla’nın gün içinde hastanede yaşadığı tatlı yorgunlukları dinledi.
Gecenin sonunda annemi kapıya kadar geçirdim. Şoförü aşağıda, o siyah ve soğuk arabanın içinde bekliyordu. Merdivenlerin başında durdu. Hava soğumuştu, şık paltosunun yakalarını kaldırdı.
"Hayatını mahvettiğini sanıyordum," dedi, sesi rüzgarda kaybolur gibiydi. "Seni o kadının yanına, bu eve hapsolmuş, mutsuz bir adam olarak bulacağımı düşünmüştüm. Sana acımaya gelmiştim."
"Ve şimdi ne düşünüyorsun?" diye sordum.
Annem başını kaldırdı, gözlerinde yaşlar birikmişti ama o hala bir "demir leydi" gibi dik durmaya çalışıyordu. "Şimdi kendime acıyorum," dedi fısıltıyla. "Ben seni bir yatırım olarak büyüttüm ama kendime bir oğul bırakmayı unutmuşum. Senin o 'küçük' hayatın, benim o devasa yalnızlığımdan çok daha büyükmüş."
Cebinden küçük bir kutu çıkardı. "Bunu Can için getirmiştim. İçinde bir banka hesabı, bir gelecek, bir teminat vardı... Ama sanırım onun buna değil, babasına ihtiyacı var. Ve babası zaten burada." Kutuyu geri cebine koydu.
"Yine de," dedi, arabasına binmeden hemen önce. "O piyano derslerini boşuna almadın. Bir dahaki gelişimde Can’a o şarkıyı öğretmen için sana bir piyano göndereceğim. Ama bu bir 'yatırım' değil, sadece bir hediye. Kabul eder misin?"
Gülümsedim ve başımı salladım. Annem o akşam o evden ayrılırken, sadece oğlunu kaybetmediğini değil, aslında hiçbir zaman sahip olmadığı bir şeyi keşfettiğini anlamıştı. Arabası karanlıkta kaybolurken, yukarıdan Can’ın sesi geliyordu: "Baba! Uyku vaktinde hangi hikayeyi okuyacağız?"
Yukarı çıktım. Leyla mutfağı topluyordu, Can yatağında beni bekliyordu. Annemin o meşhur mirası, banka hesapları veya sosyetik unvanları yoktu cebimde. Ama o gece, o küçük kiralık evin koridorunda yürürken, dünyanın en zengin adamı olduğumu biliyordum.
Çünkü artık biliyordum ki; bir hayatı mahvetmek, onu sevmediğin bir kalıba sokmaktır. Ben o kalıbı kırmıştım. Ve o kırıklardan, beklediğimden çok daha parlak bir gelecek doğmuştu.
Hikayemiz burada bitmiyordu, aslında yeni başlıyordu. Çünkü artık masamızda bir sandalye daha boştu ve annem, o boş sandalyeyi doldurmanın bedelinin para değil, sadece "anne" olmak olduğunu öğrenmeye başlamıştı.