Hemşire Zeynep

Zeynep Hemşire, personel girişinin ağır demir kapısını arkasından kapattı ve bir anlığına sırtını hastanenin soğuk beton duvarına yasladı. On iki saatlik yorucu nöbetin ardından bacakları zonkluyordu. Saat akşamın sekizi civarıydı. Karanlık, devlet hastanesinin o geniş bahçesine çoktan çökmüş, etrafı sıkıca sarmıştı.

Eli, otomatik bir hareketle cebine gitti ve kiralık dairesinin anahtarlarını yokladı. Kafasındaki düşünceleri kovmaya çalışarak yan kapıya doğru ağır adımlarla yürüdü.

Üç ay önce, o anahtarlar eski hayatından çekip çıkardığı tek şey olmuştu. Geriye kalan her şey; mobilyalar, tabak çanaklar, hatta duvardaki mutlu günlere ait fotoğraflar bile eski kocasında kalmıştı. Zeynep ceketini alıp çıkmıştı. Şimdi şehrin varoşunda, kenar bir mahallede tek göz bir evde yaşıyordu. Kalorifer petekleri sürekli su kaynatıp gıcırdıyor, yan daireden ise hiç eksilmeyen, apartman boşluğuna sinmiş o ağır kapuska kokusu geliyordu. Hemşire maaşı masrafları ucu ucuna karşılıyordu ama içinde en ufak bir pişmanlık yoktu; en azından huzuru vardı.

Her zamanki yerinde, tam bahçe demirliklerinin dibinde o oturuyordu. "Garip Dayı" dedikleri; kır sakallı, yorgun ama her zaman etrafı kolaçan eden o dikkatli gözlere sahip yaşlı adam... Sırtına içi elyaflı, eski püskü bir gocuk geçirmişti. Ağustos sonlarında buralarda belirmiş ve o zamandan beri Zeynep’in akşam rutininin bir parçası olmuştu. Zeynep her nöbet çıkışı ona hastane kantininden sıcak bir çorba, bazen bir sandviç ve mutlaka sıcak bir çay götürürdü. Ayaküstü iki çift laf ederlerdi; adam sessizce, mahcup bir edayla "Allah razı olsun," derdi. Bu kadarcık bir sohbet bile, garip bir şekilde Zeynep’in yalnızlığına iyi gelirdi.

O akşam nöbet özellikle ağır geçmişti. Zeynep yorgun argın kantine uğradı, yemeği ve çayı alıp kapıya yöneldi. Garip Dayı oradaydı ama bugün bir haller vardı üzerinde. Omuzları kaskatı kesilmişti, bakışları sürekli Zeynep’in arkasına, o her zaman yürüdüğü karanlık sokağa kayıp duruyordu.

Zeynep elindeki poşeti ona uzattı ama adam poşeti elinin tersiyle itti ve aniden Zeynep’in bileğini sıkıca kavradı. Zeynep irkildi, korkuyla elini çekmek üzereydi ki adamın sesini duydu. Sesi kısık, gergin ve her zamanki o uysal tonundan tamamen farklıydı:

"Güzel kızım... Bunca zamandır kursağımdan geçen lokma senin sayende," dedi bileğini bırakmadan. "Bırak da şimdi ben borcumu ödeyeyim. Senden tek bir şey istiyorum; bu akşam eve her zamanki o tenha yoldan gitme. Çarşı içinden dolan, yolu uzat, kalabalığa karış ama oradan gitme. Hemen şimdi! Dön arkanı ve git. Yarın sabah sana her şeyi anlatacağım."

Zeynep’in kalbi yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Şaşkınlıkla adamın yüzüne baktı; şaka mı yapıyor yoksa aklını mı yitirdi diye anlamaya çalıştı. Ama yaşlı adamın gözlerinde delilik ya da bir yalvarma yoktu. Saf, buz gibi bir korku vardı. Zeynep itiraz etmedi. Sessizce başını salladı, arkasını döndü ve adımlarını hızlandırarak ters istikamete doğru yürüdü. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı, göğsüne oturan bir taş vardı.

O gece gerçekten de yolu uzattı, ışıklı caddelerde dolanıp durdu. Ve ertesi sabah hastane bahçesine geldiğinde, o yaşlı adam ona kan donduran gerçeği anlattı...

"Neden?" diye fısıldadı Zeynep ertesi sabah, sesi titreyerek.

Garip Dayı, sanki duvarların bile kulağı varmış gibi sağına soluna bakındı, emin olduktan sonra öne doğru eğildi ve sesini iyice kıstı:

"Çünkü peşindeler kızım...Devamı digr sayfda..
Reklamlar