Kalbim kulaklarımda atarken kelimeler bulanıklaştı.
Kadın özlemden, ayrılıktan ve asla vazgeçemediği bir aşktan söz ediyordu.
Mektubu elimden düşürdüm.
Sorular zihnime hücum etti.
Kimdi bu kadın?
Kemal için ne anlam ifade ediyordu?
Altında daha fazla eşya vardı: içinde bir fotoğraf olan işlemeli bir madalyon, Kemal’in hiç takmadığı eski bir kol saati, on yıllar öncesine ait tren biletleri.
Her parça, hayatım sandığım hikâyede yeni bir çatlak açıyordu.
O gece uyuyamadım.
Anıları tekrar tekrar düşündüm; yaşadığımız onca yılın, bu gizli geçmişten hiç etkilenmemiş bir anı olup olmadığını sorguladım.
Gülüşleri hiç yarım kalmış mıydı?
Sözlerinde benim bilmediğim gölgeler var mıydı?
Çocuklara anlatmayı düşündüm, sonra vazgeçtim.
Babalarına hayrandılar.
Gerçek, bunu değiştirmeli miydi?
Ama mektuplar beni çağırıyordu.
Günler geçtikçe hepsini okudum ve Kemal’in benimle tanışmadan çok önce gömdüğü bir hikâyeyi yavaş yavaş birleştirdim.
Kadının adı Elif’ti.
Henüz çok gençken birbirlerine âşık olmuşlar, aralarındaki mesafe yüzünden sürekli mektuplaşmışlardı.
Sonra hayat araya girmişti.
Kemal askere alınmıştı.
Elif, ailesinin baskısından, korkularından ve zorluklardan bahsediyordu.
Ve sonra nefesimi kesen o mektup gelmişti.
Hamileydi.
Sonraki mektuplar pişmanlıkla doluydu.
Bebeği evlatlık vermekten, hayal ettikleri her şeyi kaybetmekten söz ediyordu.
O noktadan sonra Kemal’in cevapları kesilmişti.
Hayatına devam etmişti.
Benimle bir hayat kurmuştu.
Bavul zihnimi esir aldı.
Ta ki bir akşam kızım Zeynep, yanımda açık durduğunu görene kadar.
“Anne… bu nedir?” diye fısıldadı.
Birlikte mektupları okuduk.
Aramızda ağır bir gerçek belirdi:
Başka bir çocuk daha olabilirdi.
Kemal’in başka bir parçası, bilmediğimiz bir yerde yaşıyor olabilirdi.
Merak, sonunda korkuyu geçti.
Sabırla, Elif’in bıraktığı izleri takip ettik.
Ve onu bulduk.
Adı Mert’ti.
Ellili yaşlarındaydı.