Ve zamanla, o küçük kızları dünyaya geldi. Komşuları, durumlarını bildikleri için bebeğe bolca hediye getirmişlerdi. O kadar çok hediye almışlardı ki, çocuk bir yaşına kadar kıyafetlerini bu hediyelerle giymişti. Aradan yıllar geçtikçe, maddi durumları biraz daha düzelmişti. Adam, tatil günlerinde mahalle mahalle gezip simit satıyor, kadın ise evlere temizlik yapıyordu. Bir akşam, adam karısına şöyle dedi: "Hanım, tek çocuk çok zor. Bir gün biz toprağa gittiğimizde bu kızımız kimsesiz kalacak. Gel, bir kardeş yapalım, en azından birbirlerine destek olurlar." Kadın, kocasının bu sözlerini doğru buldu ve "Olur," dedi.
Bir yıl sonra, Allah onlara ikiz bir kız ve bir erkek verdi. Bir anda üç çocuk olmuşlardı, ancak hiçbir şekilde şikâyet etmediler. Her zaman olduğu gibi, "Veren Allah, rızkını da verir," diyerek şükrettiler. Zaman ilerledikçe, çocuklar büyüdü, okula başladılar ve sonunda üniversiteye kadar geldiler. Bir gün, işyerinin kapanmasıyla ikisi de işsiz kaldılar ve ellerine geçen tazminatla çocuklarının evlenme masraflarını karşılamak için birikim yapmaya başladılar. Ebeveynler, varlıklarını yokluklarını çocuklarının eğitimine adadılar. Öyle ki, kendi üstlerine yeni elbise almaktan vazgeçip, parayı çocuklarını okutmak için harcadılar.
Ve sonunda çocuklar okullarını bitirip kendi hayatlarını kurdular. Birbirleriyle evlendiler, ancak ne yazık ki, anne ve babalarını evlerine hiç davet etmediler. İki yıl geçmişti ve anne baba hâlâ bekliyordu; ama çocuklar bir kez bile onları aramamış, ziyaret etmemişti.
Kadın, çocuklarının tutumuna üzülseler de, bunu hiçbir zaman yüzlerine vurmuyorlardı; sadece, "Canları sağ olsun," diyip geçiyorlardı. Bir gün, adam çarşıdan dönmek üzereyken ayağını takıp düşmüş, kafasını kaldırıma çarpmıştı. Beyin kanaması geçirip on gün yoğun bakımda kalmış, ama kurtarılamamış ve hayatını kaybetmişti. Çocukları, babalarının hastalığında bir kez bile gelmemişken, ölümünden sonra zar zor iki gün cenazede bulunmuş, hemen ardından annelerine tek bir kuruş bile bırakmadan, neredeyse yangından kaçar gibi uzaklaşmışlardı. Oysa hepsinin de maddi durumu iyiydi. Kadın için asıl zorluk bundan sonra başlamıştı. Üç ay boyunca kirayı ödeyemediği için ev sahibi onu evden çıkarmış, kadın ne yapacağını bilemez bir şekilde ortada kalmıştı. Durumunu çocuklarına bildirdi ama onlar, "Evimiz çok küçük, biz bile zor sığıyoruz," diyerek kısa bir şekilde geçiştirmişlerdi. Kadın, altmış yaşındaydı ve bu yaştan sonra ne iş yapabilirdi ki? Gençliğini çocuklarına adarken geriye hiçbir şey kalmamıştı. Camideki imam, kadının durumuna acıyıp ona yardım önerdi: "Bacım, eğer istersen, caminin avlusunda bir oda ve bir mutfak verelim. Paraya da ihtiyacımız yok, sadece arada camiyi temizlersin," demişti. Kadın, bu teklif karşısında çok mutlu olmuş ve hemen kabul etmişti. Gözleri yaşla dolarak teşekkür etmişti. O gün hemen eşyalarını toparlayıp, birkaç eski parça eşya ile camiye yerleşmişti. "Şükürler olsun, başımın üstünde bir çatı var," diyerek rahatlamıştı. Ancak ne yiyecek ne de içecek bir şeyi vardı. Komşuları, kadının durumunu öğrenince sırayla ona yemek vermeye başladılar. İmam ise her cuma namazında cemaatten kadın için yardımlar toplamaya başlamıştı. Ama kadın, bu süre zarfında çocuklarının bir kez bile halini sormamış olduğunu fark etti. Onlar ne kadar ilgisiz olsalar da, o hala bir anneydi ve çocuklarını çok özlemişti. Bir gün, utana sıkıla bir komşusuna gidip, telefonunu kullanabilir miyim diye rica etti.
Komşusu, "Tabii ki kullanabilirsin, lafı bile olmaz" dediğinde, kadın önce teşekkür etti, ardından hemen oğlunu aradı: "Oğlum, ölümlü dünya... Zamanın varsa gel, bir göreyim, yoksa ben gelirsem?" dedi. Oğlu cevap verdi: "Keşke gelebilsem ama biz tatile çıkıyoruz, döndüğümüzde görüşürüz." Arkadan karısı seslendi: "Aman ha, gelmeye kalkmasın, onun o pejmürde halini çevreme göstermem." Kadın, bu sözlerle sarsıldı, kalbi paramparça oldu. İçinde bir acı hissetti, koltuğa oturdu ve gözleri dolarak, "Almadınız mı, giymedim mi?" diye geçirdi aklından.
Oğlundan ümidini kesen kadın, sırayla kızlarını aradı, fakat onlardan da benzer yanıtlar aldı. Artık anlamıştı; kimse onu istemiyordu. Boynu bükük, yorgun bir şekilde evine döndü. O gece, hıçkıra hıçkıra ağladı, sabaha kadar uykusuz kaldı. Sabah namazını kılıp duasını ettikten sonra, imamın yanına gitti. "İmam efendi," dedi, "Eğer bir gün vadem dolarsa, sizden tek ricam, çocuklarıma haber vermeyin. Eğer bildirirseniz, ahirette iki elim de yakanızda olur, bunu bilmenizi isterim." Aynı şeyi komşularına da söyledi: "Dirimi aramayanın, ölümle de işi olmaz."
Günler, buruk da olsa geçip gitmeye devam etti. Kadın, yatsı namazını kılarken, geçmişi düşündü; çocuklarını nasıl büyüttüğünü, sıkıntılarla nasıl savaştığını, zavallı kocasını, tüm yaşadığı zorlukları... Birçok anıyı hatırlayarak hıçkırarak ağladı, sonra yatağa uzanıp uykuya daldı. O sabah, kadının kapısı hiç açılmadı. Komşuları fark edince, imamı aradılar. İmam, "Ben de fark ettim ama komşuya gitmiştir diye düşündüm," dedi. Hep birlikte kadının kapısını çaldılar, ama yanıt alamadılar. İmam, yedek anahtarla kapıyı açıp içeri girdiklerinde kadının cansız bedenini buldular. Büyük bir üzüntüye kapıldılar. O, hanım hanımcık, asil bir kadındı; çok yazık olmuştu. Birlikte cenazesini kaldırdılar, helvasını pişirip, dualar ettiler. Bir cefakar anne, başını toprağa koymuştu. O gün, Anneler Günü'ydü.