Hemşireler oğlumu rutin kontroller için dışarı çıkarmıştı. Kocam Mehmet Yılmaz, koridora telefon konuşması yapmak için çıkmıştı.Odada sadece Elif ile ben vardık.“Elif,” diye mırıldandım zayıfça, onu rahatlatmaya çalışarak, “ne diyorsun sen?”Başını sertçe salladı. “Vakit yok. Lütfen anne. Geliyorlar.”“Kimler?” diye tekrarladım.Gözleri kapıya kaydı. Elimi sıktı, parmakları buz gibiydi. “Büyükanne telefonda konuşurken duydum. Bugün her şeyin ‘hallolacağını’ söyledi. Artık senin sorun çıkarmayacağını söyledi.”Kalbim göğsümde şiddetle çarptı.Mehmet’in annesi Ayşe Yılmaz, benden hiç hoşlanmadığını gizlememişti. Mehmet’in yüksek maaşlı kurumsal işini bırakıp küçük bir iş kurmasını bana mal etmişti. Elif’in önceki evliliğimden olduğunu bir türlü hazmedememişti. Ve bu bebeğe karşı duygularını acı bir şekilde belli etmişti – Mehmet’i bana sonsuza dek bağlayacak bir torun daha istemiyordu.Yine de… burası hastaneydi. Kameralar vardı. Personel vardı. Kurallar vardı.“Elif,” diye fısıldadım, zorla sakin olmaya çalışarak, “büyükler bazen tuhaf şeyler söyler.”“Bir doktorla konuşuyordu,” dedi Elif, gözleri dolarken. “Gümüş saatli olanla. Senin kâğıtları imzaladığını söyledi. Ama imzalamadın. Biliyorum, imzalamadın.”Sırtımdan soğuk bir dalga geçti.O sabah erken saatlerde, doğum sancıları ortasındayken biri önüme kâğıtlar koymuştu; kasılmalar vücudumu parçalarken. Bilincim bulanıkken Mehmet ile Ayşe’nin yakınımda durduğunu hatırlıyordum. Kalemin elimden kaydığını hatırlıyordum.Koridordan ayak sesleri yankılandı. Bir araba yaklaştı. Sesler yükseldi.Elif yere çöküp yatağın eteğini kaldırdı.“Lütfen,” diye fısıldadı. “Sadece bana güven.”Mantıklı olan her düşünce bunun saçma olduğunu söylüyordu. Ama daha eski, daha derin bir içgüdü – sekiz yıldır kızımı koruyan içgüdü – daha yüksek sesle bağırıyordu.Acıya aldırmadan yataktan kayıp tam kapı kolu dönerken altına sürünerek girdim.