Fadime bir gün Musa’ya dönüp, “Bey, kulağıma bir şeyler çalındı. Kızların başını bağlayalım, ne olur ne olmaz,” dedi. Musa, karısının sözlerine kulak verdi ve alelacele iki kızını da evlendirdi. Büyük kızını uzak bir köye verirken, küçük kızı Esma’yı ise mahalleden bir aileye gelin etti. Esma’nın evi yakındı, istediği zaman gelip gidebilirdi. Musa, en azından bir kızının yanında olacağını düşünüp içini ferahlattı. Ancak işler umduğu gibi gitmedi.
Esma, evlendikten sonra bir daha babasının evine uğramadı. Musa, masmavi gözlerini kısıp karısına baktı. “Hanım, büyük kızımızın yeri uzak. Gelememesini anlıyorum da Esma’nın evi çok mu uzak? Neden gelmiyor? Özledim çocuğu,” dedi. Fadime, bakışlarını kaçırdı ve yavaşça, “Kaynanası göndermiyormuş bey,” diye fısıldadı. Musa’nın yüreği burkuldu ama sesini çıkarmadı. “O artık onların kızı. Kaynanası ne derse onu yapsın,” diyerek içindeki acıyı bastırdı.
Esma’nın gelin geldiği ev, mahallenin en üst tarafındaydı. Kocası bir çobandı ve hayatı hiç kolay değildi. Şehirde doğmuş, şehirde büyümüş bir kız için köy hayatı zordu. Her sabah erkenden kalkar, süt sağar, peynir yapar, evin işlerini yetiştirmeye çalışırdı. Ama ne yapsa kaynanasının gözüne giremiyordu. Bir gün peynir alırken, kaynanasının arkadaşlarıyla konuştuğunu duydu: “Kısır bu gelin, çocuğu da olmuyor.” Esma’nın yüreği burkuldu. Gözyaşlarını tutamadı ve sessizce ağladı. Allah’a yalvarıyordu: “Rabbim, bana hayırlı bir evlat nasip et.”